Şimdi seneler sonra idrak ediyorum ki o gün, o sabah ve yola çıktığımız o an, beni denize götüren o kıvrımlı ve uzun yollar, süt liman deniz ve o gün yaşadığım bütün ayrıntılar aslında küçücük bir çocuğun, çok büyük bir adamı görmesini engelleyen ilk hatıralarmış..
Bu yazıya başladığımda bir arkadaşım 'Lefter yaz yaz bitmez, destan yazsan kurtarmaz.'' dedi. Haklı olduğunda şüphe yok, ne yazsam kurtarmaz ama böyle bir yazı dizisinde O'nu yazmaz isem çocukluğumun en kötü gününde parkına sığındığım adama borcumu nasıl öderim?
LEFTER KÜÇÜKANDONYADİS
22 Aralık 1925...
Büyükada'nın Hamam sokağında bir çığlık yükseliyor. Balıkçı Hristo heyecan içinde kapıdan gelecek müjdeli haberi bekliyor. Anne Argiro ise derin nefes alıp veriyordu dünyaya bir efsane getirmek için. Hayatları boyunca savaşlar yüzünden göçebe yaşamış bu çift, doğacak çocuklarının ismini o zamana kadar sadece son olarak göç ettikleri bu yeni Cumhuriyette buldukları kavramı koyacaklardı. Rumca ''Elefterios'', Türkçe ''Özgürlük''...
10-11 yaşlarında hayatını adayacağı futbol ile tanıştı. Bir de baba mesleği vardı balıkçılık ama pek gözü yoktu. Sık sık babasının yanından kaçıp futbol oynamaya gidiyordu. 16 yaşına geldiğinde artık bu 'kadife ayaklı' çocuğun namı adadan dışarı taşmış, Taksim Spor Kulübü ile anlaşmıştı. Her gün Taksim talimhane de koşu yapar idmana giderdi. Öyle ki onun için o yollar idman yaptığı sahalardan sonra adeta bir halı gibi düz ve yumuşaktı. Maçlara çıkamıyordu, çünkü yaşı futbol zekasından çok daha küçüktü. Taksim kulübü yöneticileri kendisine lisans çıkartmak için mahkeme kararıyla yaşını büyüttüler. Artık sol ayağı 'resmi' olarak tescillenmişti. 2 yıl boyunca Taksim kulübü için adeta ortalığın tozunu attırdı ve 3 büyükleri peşinden koşturmaya başladı. Yalnız o dönemde Lefter adına hayat hep toz pembe gitmiyordu. Ailesinin kökeni yüzünden sürekli akrabalarına, kendi ailesine ağır tehditler geliyor ve vergi borçları yükleniyordu. Kendini yaşamı boyunca ''Türk'' hisseden ve hatta ileride formasını giyeceği Fiorentina takımında tribünlerin ''Türko Türko!!'' diye çağıracağı bu genç adam bir karar verdi ve gönüllü asker olarak orduya katıldı. Bu topraklar için 4 senesini asker olarak geçiren Lefter, ününden ve yeteneğinden hiç bir şey kaybetmemişti ama bu seferde babası çok hastaydı...
Bir taraftan da Fenerbahçe'nin efsane kalecisi Cihat Arman askerliğini yapmak üzere takımdan ayrılmış yedeği Erdal da sakat durumdadır. Bunun üzerine Fenerbahçe'li (Profesör) Rüştü Dağlaroğlu, Taksim kulübü başkanından kaleci Şalabi'yi ister ve ilginç bir cevapla karşılaşır. Taksimspor başkanı Nikolidis; ''Siz bırakın şimdi Şalabi'yi, size öyle bir topçu vereceğim ki leblebi gibi gol atacak,nFener tarihinin tüm geleceğini etkileyecek.'' dese de ilk başta Rüştü Dağlaroğlu'nun kaleci ısrarını kıramaz ama son darbeyi vurur; ''Haftasonu Diyarbakır'da maç var, gel izle beğenmezsen almazsın.''
Haftasonu gelmiştir ve Rüştü Dağlaroğlu, Diyarbakır'da tribünde bulunanlara bakınca şaşırır Beşiktaş yönetiminden de yetkililer O'nu izlemeye gelmiştir. Ancak maç başladığında 'ince yapılı, çelimsiz çocuk' sahada değildir. Taksim başkanı Nikopolidis küplere binmiştir. Hemen devre arasında soyunma odasına bir haber uçurur ve ama işine karışılmasından hoşnut olmayan antrenör Lefter'i ancak son 25 dakika oyuna alır. Rüştü Dağlaroğlu bu sıra da kaleci Şalabi için pazarlık yapmaktadır. Ancak tribünlerden ardı ardına 4 defa 'gol' sesleri yükselir. Golleri son 25 dakika oynayan Lefter atmıştır. Rüştü Bey etkilenmek ne kelime oyun biter bitmez soyunma odasına kaçan bu 'çelimsiz çocuğu' bulmaya çalışır Beşiktaş'lı yöneticilerden önce ve bulduğunda elini çocuğun omzuna koyar ve der ki ''Bak çocuğum ben Profesör Rüştü Dağlaroğlu, senin Fenerbahçe'ye gelmeni istiyorum. Gelir misin bizim takıma?'' Lefter utanmıştır, heyecandan hiç cevap vermez sadece kafasını öne eğer... Rüştü Bey üstüne gider; ''Bak yavrum neden cevap vermiyorsun? Maçtan hemen sonra da kaçtın gittin, benden mi kaçıyorsun yoksa? Bak burada Beşiktaşlı yöneticileri de gördüm, senin aklını çelerler diye telaşlıyım...'' Lefter kafasını kaldırır ve ''Efendim şey; ben biraz utandım. Karşı takımda oynayan herkes benden büyük, bir de kaleci Hüsnü ağabey, Milli Takım kalecisidir. O'na 4 gol birden atmaktan utandım, duramadım maçta. O yüzden kaçtım. Zaten Beşiktaş'a da gidemem orada Baba Hakkı var, onun heybetinden, görkeminden elim ayağıma dolaşır, Fenerbahçe'yi çok severim lakin...'' tekrar susar yutkunduktan sonra ''Babam çok hastadır efendim, ilaçları var alınacak lakin alamıyorum 200 lira tutuyor diyorlar... Ben Fenerbahçe'ye gelmeye söz verirsem, babamın ilaçlarını alır mısınız?'' Rüştü Bey derin bir oh çekmiştir ama bir yandan da çok duygulanmıştır. Söze başlamadan önce bu 'çelimsiz çocuğun' kafasını okşar; ''Bak yavrum; hem şahsım hem de Fenerbahçe kulübü adına söz veriyorum: Babanın bütün tedavisini biz üstleneceğiz. Bırak ilaçları; gereken her şeyi ben halledeceğim, sen merak etme. Şimdi bize gelecek misin?''
Babasının tedavisinin üstlenileceğine emin olan genç Lefter; o konuşma boyunca ilk kez gülümser ve şöyle der ''Elbette, siz merak buyurmayın; bundan sonra sadece ve sadece Fenerbahçe için yaşayacağım...''
İşte o anda Dünya üzerinde birbirine en çok yakışan iki isim buluştu... Fenerbahçe ve Lefter!
4 sene boyunca sarı-lacivert formayı futbolu bıraktıktan sonra da diyeceği gibi 'sırtında değil başının üstünde taşır' ve kariyerini İtalya'nın Fiorentina takımında devam ettirir. Bu gidiş ona bir ünvan kazandırır. 'Yurtdışında oynayan ilk Türk futbolcu' olmuştur. Artık 'resmi' olarak da Türk'tür..
Yunanistan'a karşı oynanan maçta ilk kez milli maçta forma giydi. 3-1 kazandığımız bu maçta Lefter bir tane de gol atmıtştır. Maç boyunca Rum asıllı olup, Türk milli takımında oynadığı için kendine küfür eden Yunanlı savaş gazilerini susturur. Üç gün sonra İstanbul ve Atina karması adları altında iki takım tekrar sahaya çıkarlar. İstanbul karması milli takımın yedeklerinden oluşuyordur. Lefter yine küfürler yeyince, kızar ve antrenöre "al beni hoca" der. Sahaya girer ve beraberlik golünü atar. İkinci yarıda iki gol daha atar ve maç 5-2 üstünlüğümüzle sona erer.
''Yıllardan 2010 ve üniversitenin ilk haftasında gireceğim derslerden bir tanesi Sosyoloji. Hocası Türkiye'nin en ilk sosyologlarından Prof.Kadir Cangızbay. Oturdu koltuğuna homurdanarak, elinde elektronik bir sigara...'Kimler solak?'' el kaldırdım,''Kimler Fenerbahçe'li?'' yine el kaldırdım. 'Sen dedi, bana bakarak, Lefter'i biliyor musun?' biraz afalladım doğal olarak. ''Biliyorum hocam, Fenerbahçe'li olup Lefter'i bilmemek olur mu?'' Hoca cevabı dinlemeden anlatmaya başlamıştı bile Lefter'i, ''O'nun sol ayağı var ya çocuklar kimsede yok kimsede! O böyle bir durur, bekler, rakibi üstüne çeker ve hop sol ayağının topuğuyla birşeyler yapar, anlamazsın bile nasıl geçtiğini. Ve sonra tekrar tekrar... Ben profesörüm ama o Ordinaryüs. Hemde ilk milli maçını Yunanistan'a karşı gol atarak oynamış şerefli bir Türk Ordinaryüs.''
Lefter'in yurtdışı macerası 1953 yılında sona erer ve tekrar Fenerbahçe'ye döner. O sezon gol kralı olur.
Fenerbahçe'nin ilk Şampiyon Kulüpler Kupası serüveninde de aktif olarak rol alır. Birinci turda Macar Czebel takımı elenir. Bir gol de Lefter atar. İkinci maçta ise Nice ile eşleşilir. İstanbul'daki maçı Can Bartu'nın golleriyle Fenerbahçe 2-1 kazanır. İkinci maçta ise 2-0 gerideyken, 90. dakikada Lefter penaltıdan durumu 2-1'e getirir ve bir üçüncü maç oynanması gerekir. Bu maçta Fenerbahçe elenir.
Yaşamı boyunca sadece bir kez penaltı kaçırmıştır. 1960 yılında Beşiktaş maçında Varol, Lefter'in penaltısını çıkarır ve kendisiyle dalga geçmeye başlar. Daha sonra aynı maçta Lefter, Varol'a kornerden bir gol atar ve maçı Fenerbahçe 2-0 kazanır.
Futbol kariyerinin son sezonununda AEK Atina takımına geçti ve sadece 5 maç oynayıp, 2 gol attıktan sonra Iraklis'e karşı oynadıkları maçta sakatlandı ve futbol kariyerine son vermek zorunda kaldı.
Futbolculuk hayatını ve stilini kendisi o kadar güzel anlatmıştır ki üzerine yazılacak değerlendirecek hiçbir şey bırakmamıştır."Beynin ayaklarınla konuşmalı ki yaptığın pozisyonlara yön verebilirsin. Hızlı olacaksın, atak olacaksın, koşacaksın, koşacaksın, durmak yok."
Lefter Küçükandonyadis...
O, dört tarafı sularla kaplı kocaman bir Anadolu...
O, naif ve kocaman bir yüreği olan karakter...
O, özgürlük kavramının vücut bulmuş hali...
O, kalbinden Fenerbahçe sevgisini bir saniye bile olsun atamayan bir aşık...
O, hala ada sahillerinde yolları gözlenen bir sevgili...
O, dede sevgisine hasret kalanların dedesi...
13 Ocak 2012...
İçim sıkkındı sabahtan beri, kimseye söylemiyordum. Kötü bir his büyüyor içimde ama konduramıyorum, zaten 3 Temmuz'un ilk gününden beri hepimizin kafası karışık içi sıkkın değil miydi? Üstüne üstlük bir de Lefter hastaneden mektuplarla ağlatıyordu bizleri... Telefonum çaldı, kimseyle konuşmak görüşmek istemiyorum inan çok yakın arkadaşım olmasa açmam o telefonu o kadar vahim durum. Galatasaraylı üstelik kesin goygoy yapacaktı.
-Alo.
-Kardeşim, başınız sağolsun.
-Ne başınız sağolsun oğlum, adam gibi anlatsana, ne oldu!
-Kardeşim, bilmediğini bilmiyordum, Lefter ölmüş.
O telefon görüşmesi bir gencin, hayallerinin yıkılması anlamına da geliyordu. Dedesi yerine koyduğu bir adamı, bir daha göremeyeceği, yıllar önce kaçmış bir fırsatın artık hiç gelmeyecek olması anlamına da geliyordu.
Lefter ölüyordu.
Kalem bitiyordu.
Defter doluyordu.
'Rahat uyu Ordinaryüs,Çubuklu bize emanet!'
'Hakkını Fenerbahçeliliğimize helal et!'
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder